Yalnız başına doğaya kaçmak için bir kulübe kiralamışlardı. Elektrik sınırlıydı, telefon çekmiyordu. Ama dışarıdaki sessizlik, içeride yankılanan bir şeyleri harekete geçiriyordu.
İçeri girdiklerinde önce sobayı yaktılar, sonra battaniyeye sarılıp pencere kenarına oturdular. Kadın rüzgârın sesini dinlerken, adam onu izliyordu. Bu tür bir yalnızlık başta yabancı gelmişti, ama artık tenlerinin arasındaki mesafe daha belirgin hissediliyordu.
Bir an kadın başını adamın omzuna yasladı. Nefesi onun boynuna değdiğinde adam gözlerini kapattı. O temasla başlayan yakınlık, yavaş ama kararlı adımlarla derinleşti.
Sobanın sıcaklığı artarken, üzerlerindeki kıyafetler azaldı. Her dokunuş, rıza ve merakla sürdü. Kadının sesi bozkırın sessizliğine karışıyor, her fısıltı buğulu camlara yankı bırakıyordu.
O gece o kulübe sadece soğuktan değil, içten gelen sıcaklıktan da aydınlandı. Birbirlerine sarılarak uyuduklarında, dışarıdaki rüzgâr artık korkutucu değil, ritmik bir ninniydi.