Kışın ortasında dağlarda küçük bir kulübede zaman geçirmek, şehirden kaçmak için idealdi. Elektrik sınırlıydı, internet yoktu. Sessizlik hâkimdi. Odun sobasının çıtırtısı, dışarıda esen rüzgârın sesiyle karışıyor, zaman yavaşlıyordu.

İki arkadaş, birkaç günlüğüne buraya gelmişti. Ama aralarındaki enerji, sadece dostlukla açıklanamayacak kadar yoğundu. Gündüz kar yürüyüşleri, akşam yavaş içilen kahveler, uzun suskunluklar… Hepsi bir şeyin habercisiydi.

Gece ilerlediğinde sadece sobanın sıcaklığıyla ısınan küçük salonda karşılıklı oturuyorlardı. Kadın, dizlerini kendine çekip battaniyeye sarıldı. Adam göz ucuyla onu izliyordu. Göz göze geldiklerinde, gülümsemenin altında başka bir şey vardı: merak, istek ve beklenti.

Kadın battaniyeyi hafifçe açıp, yanına işaret etti. Adam sessizce geldi, oturdu. Sobanın yumuşak ışığında yüzleri neredeyse parlıyordu. Kadın elini onun elinin üzerine koydu, bu, beklenen ilk adımdı. Adam da avucunu kapattı, dokunuşu sıkı ama nazikti.

Önce sarıldılar. Uzun, güvenli, sıcak bir sarılış… Ardından gözler kapandı, nefesler karıştı. Bu yakınlık ne plansızdı ne de tesadüfi. Sadece zamanı gelmişti. Yavaşça soyunan katmanlar, bedensel değil, duygusaldı önce.

Kulübedeki o gece, iki insanın birbirine sessizce ama derin bir şekilde teslim olduğu bir gecedir. Dışarıda kar yağarken, içeride soba kadar sıcak olan tek şey paylaştıkları temastı.

Comments are closed.