Şehirden uzakta, dağların eteklerine kurulmuş eski bir kır evi… Dışarıda gökyüzü yıldızlarla kaplı, içeride ise şömine usulca yanıyordu. Her şey sanki zamanı yavaşlatmak için planlanmış gibiydi.

Kadın pencereden dışarı bakarken elleriyle kupasını kavramıştı. Sırtında ince bir hırka, saçları gevşekçe toplanmıştı. Arkasında yaklaşan adım seslerini duyar duymaz gülümsedi.

Adam sessizce arkasına geçti, omzuna dokunarak “soğuk değil misin?” diye fısıldadı. Kadın başını hafifçe sallayarak arkasını döndü, kupayı masaya bıraktı.

İkisi de konuşmadan, sadece bakışarak yaklaştı birbirine. Adam ellerini kadının beline dolarken, şöminenin sıcaklığı ikisinin de tenini aydınlatıyordu.

Kadın, onu pencerenin önüne çekti. Dışarıdaki karanlıkta yalnızlık yoktu, sadece mahremiyet vardı. Adamın dudakları kadının boynuna hafifçe dokunduğunda, gözlerini kapattı.

Her dokunuş dikkatliydi, ama içinde bastırılmış bir istek vardı. Gecenin sessizliği, içlerindeki tutkuyu daha da büyütüyordu.

Kır evi o gece, hem dışarıdaki soğuktan koruyan bir sığınak, hem de içlerindeki sıcaklığı serbest bırakan bir alana dönüştü. Sabah olduğunda, sadece yatakta değil, her duvarda yaşanan gecenin sessiz izleri kalmıştı.

Comments are closed.