Kadın yeni bir portre çekimi için çağrılmıştı. Loş ışıklı, sanatsal bir stüdyoda çekim başlamadan önce makyajını tamamlıyor, kameranın yerleştirilmesini bekliyordu.
Adam, profesyonel bir fotoğrafçıydı. Sakin ama dikkatli tavırları vardı. Kadrajı hazırlarken onunla göz göze geldiği anda, ikisi de bir tedirginlik hissetti — ama bu rahatsız edici değildi. Tam aksine, merak uyandıran türdendi.
İlk birkaç poz normaldi, sonra kadın omzundaki kumaşı hafifçe indirdi. “Böyle daha doğal duruyor, değil mi?” diye sordu. Adam makinesini indirip başını salladı. “Evet, gerçek olan hep daha çeker insanı.”
Çekim ilerledikçe, stüdyodaki hava değişti. Kadın objektife değil, adama bakıyordu artık. Adam da deklanşöre değil, onun gözlerine.
“Bir ara verelim,” dedi kadın, ama sesinde başka bir anlam gizliydi. Kamerayı kenara bırakan adam, yavaşça yaklaştı. Parmakları onun koluna dokunduğunda, kadın durmadı.
O an stüdyonun ışıkları sadece bedenlerini değil, içlerindeki arzuyu da aydınlattı. Her hareket, rıza ve dikkatle örülmüştü. Sessizce yaşanan bu yakınlık, bir pozdan fazlasına dönüşmüştü.
Işıkların altında sadece görüntüler değil, gerçek bir bağ da yakalanmıştı — kadrajın dışında, ama hissedilen bir şey.