Yazın son günleriydi. Denizin üzerinde süzülen küçük bir yelkenli, iki kişi dışında tamamen sessizdi. Gökyüzü turuncuya dönmeye başlamış, deniz ile ufuk çizgisi neredeyse birbirine karışmıştı.

Kadın, güvertedeki minderin üzerine uzanmış, gözlerini güneşin batışına çevirmişti. Adam ise teknenin dümenini gevşetmiş, rüzgârın yönüne kendini bırakmıştı. Sessizlik konuşmaların yerini almış, bakışlar daha fazla şey anlatır olmuştu.

“Burada zaman duruyor gibi,” dedi kadın, ellerini başının arkasına yaslarken. Adam usulca yanına geçti, yüzünü ona çevirdi: “Ve sen burada, her şeyi anlamlı kılıyorsun.”

İlk dokunuş, bir tuzlu rüzgâr kadar hafifti. Sonrası, birbirine yaklaşmanın nazik bir diliydi. Güneş yavaşça batarken, tenlerindeki sıcaklık birbirine karıştı. Adam, kadının saçlarını geriye doğru itti, dudakları nazikçe boynuna dokundu. Kadın, gözlerini kapattı; bu teması beklemişti.

Teknenin hafifçe salınmasıyla, bedenleri de birlikte hareket etmeye başladı. Örtü serildi, yastıklar hazırlandı. Bu bir acele değildi; her adımda karşılıklı rıza ve keşif vardı.

Gecenin ilk yıldızları belirdiğinde, artık sadece iki beden değil, iki zihin de birbirine dokunmuştu. Rüzgâr hâlâ esiyor, tekne hafifçe ilerliyordu. Ama artık bu sessizlik, başka bir anlama sahipti, paylaşılmış, yaşanmış ve hatırlanacak bir geceye.

Comments are closed.